GİTMEK VE DÖNMEK
Adam, uyanmak istemediği bir sabah yine içten içe küfürler savurarak uyanmıştı. Ne vardı da uyanıyordu insanlar… Gün, yeni doğuyordu. Zaten adamın uykuya dalmasından bu yana aşağı yukarı yarım saat geçmişti. Yine uyuyamıyordu. Gün, yirmi dört saat değildi artık ona. Daha da uzun geliyordu. Bu uzun gelen günler bir şeylerin hep başlangıcı olmuştu. Dışarıda neşe saçan insanlar görebilirdi ama o sanki hiç kimseyi görmüyordu. Hayatında kimse yoktu. İşe gidiyordu. Orada insanlarla konuşuyordu. Ancak kimse onunla aynı değildi. Aynı olmalarını beklemek aptalların yapacağı bir işti ve bizimki aptallara tahammül edemiyordu.
Her şeyiyle insanlığın yorgun ve
üzücü tavırlarından uzaklaşmıştı. Kaç yıldır ağlayamamaktan gözleri şişiyordu
sanki. İçinde bir şeyleri tutan bir tavrı vardı. Etrafta bulunan insanlar sanki
onunla savaşıyordu. Her gün, birilerini arıyor gibiydi. Sanki bir meczup gibiydi.
Meczup olmak eskiden koca anne dediği kadının anlattığı gibi de korkutucu
değildi. Onu fark etmişti. Birine, bir olguya aklını vermek, o olgudan aklını
alamamak… İnanmaya inanmak… Onu meczuba çeviren buydu. Güvenebileceği en önemli
şey, aklıydı. Fiziken güçlü olmak yetmiyordu çünkü bu uğraş verilesi dünyada.
Aklı, yönetmeliydi her şeyi. Şimdilerde yine aklı vardı ancak bir başkasında mı
kalmıştı? Aklı, taksi tutup da mı gelecekti? Huysuz bu adamın aklı neredeydi?
Nerede ulan bizimkinin aklı? En zor soruları kendine sorardı. Cevaplarından
kaçacağı her soru, kendisi tarafından aklına yöneltiliyordu. Bir dolu soru işareti
ile dolu sokaktaydı adeta. Bu sokak ise aklıyla, mantığıyla içinden çıkamadığı
saçmalıklar ülkesinin başlangıcı gibiydi. Bu sefer aklı tarafından yalnız
bırakılmıştı. Aklı bile terk ediyorsa onu, nasıl yaşayabilirdi? Aklı, gündelik
hayatı, iş hayatı ve mantıklı kararlar alabilmek adına sadece varlığını devam
ettiren bir kuru dal gibiydi. Bunlar dışında hiçbir şeye yaramıyordu. Kopuk
cümlelerin arasında kilitli kalmıştı adeta.
Günün normal süresinden daha uzun
olacağı bir sabaha bunları düşünürken uyanması gerekirken, kadının adını
sayıklayarak uyandı. Adını sayıklarken de uyuyakalmıştı halbuki. Sesi çıkmadan,
kendi kendine sayıklıyordu. Bu sayıklamalar, kalbini sıkıştırıyor, kimseye yer
bırakmıyordu bedeninde. Ona dokunulmasından nefret ediyor, etrafında sesler duymak
dahi istemiyordu. Gürültü istiyor, sessizliği arıyordu.
“Mütemadiyen dilimden düşmeyen
bir şarkı gibi adın, söyledikçe ruhum besleniyor, gelişiyor, büyüyor…”
Adamın kadına kurduğu bir
cümleydi. Gözlerinin içine bakıp da böyle demişti kadına. Belki de söylediği en
güzel sözdü. Ona adıyla seslenemeyen, soyadını kullanan biriydi adam. Ne zaman
bir şeyler karalasa ya da bir şeyler gelse şimdilerde olmayan aklına, koşa koşa
giderdi kadına. Beş yaşında bir çocuk gibi giderdi. Masumca giderdi. Sadece ona
giderdi. Bir tek ona…
Kadın, gitmişti. Kadının giderken,
adamın aklını da koymuştu çantasına. O çantasına neler sığdırırdı kadın… Tüm
yılları sığdırmıştı. Kendi adını da almıştı. Adını söylemeye hâlâ çekinirdi.
Kimseye de söyleyemezdi. Diğer kadınlar, alelade kadınlardı. O ise “Kadın”dı.
Kadın sadece yol arkadaşı değildi. Bu yüzden adam sadece aklını değil, en büyük
eleştirmeni ve okuyucusunu da yitirmişti. Yahut öyle düşünüyordu. Kadın, okuyor
muydu? Okuyorsa, ne düşünüyordu? Düşünürken bizimki aklıma geldiğinde kendi
kendine ne diyordu acaba?
Binlerce ses rabarba edasıyla kulaklarında
çınlarken bir ses duydu. “Ulan madem aklın yok, bu kadar soruyu ne yapacaksın geri
zekâlı?!” Mahallenin dayısı kedi, balkondan yatakta bağdaş kurmuş halde halının
desenlerini izleyen adama sordu. Adam başını kaldırdı. “Hoş geldin muhtar.”
dedi. “Bi’ de muhtar olduk birader. İyi mi?” diye homurdandı kedi. Adam, her
sabah balkonuna gelen tek arkadaşını çileden çıkarıyordu. Sadece kediye değil,
tüm insanlığa yaptığı yegâne şey buydu, çileden çıkarmak. Kedi “Sen şimdi onu
bunu bırak, bana biraz yaş mama getir de senin şu meseleyi çözelim hele. Hadi
gel gel balkon kapısındayım.” dedi.
Adam kedinin istediklerini
hazırladı. Oturdular. Adam sandalyede elinde kahvesi ve kedinin patilerinin
arasında porselen bir kase içinde yaş maması vardı. İkisi de memnundu halinden.
Yahut öyle görünmek işlerine gelmişti. Kedi son lokmasını aldıktan sonra adama
döndü. “Oğlum avanak! Bana bak!” Adam baktı.
Adam boş bakıyordu aslında.
Kafası neredeydi kim bilir…
“Birader, senin işi düşündüm ben.
Kaç sene oldu, bir şey değişmiyor işte. Siktir olup gitmen lazım senin buradan.
Git oğlum. O kadar afili laflar edip duruyordun. Yola çıkmak için yoldan çıkmak
gerekirmiş. Yollarda edindiğin tecrübelermiş falan… Zırvalayıp durdun. Ne kimseyi
dinledin ne de kendini. Oğlum git lan! Git!”
Adam, uzun uzun baktı kediye.
Kedi konuşuyordu yine. Neden sadece kediler konuşuyordu? O kadar mahluktan
neden sadece kedi? Bunları mı düşünmeliydi?
“Bak yine dalıp gitti! Avanak!
Bana bak! Git topla çantanı. Al defterini! Git lan! Git bu şehirden!”
Adam kendine geldi. Balkonda
etrafına bakınıyordu. Baktığı yerde hiçbir şey yoktu. Kadın ona “Bekle.” bile
dememişti. Bizimki de beklemezdi zaten. Adam da gidecekti. Bu şehirden
gidecekti. Kadından bihaberdi zaten.
Gitti. Nefret ettiği şehre gitti.
Hayatını değiştirmeye çalıştı. Daha çok gülmeye çalışıyordu. İnsanlarla güneşe
bakıyordu. Denize bakıyordu. Kahveler, çaylar, sular, şaraplar içiyordu. Hatta balık
bile yemişti. Sonu hastanede biten o gece sayılmazsa, günleri fena da geçmiyordu
aslında. Eski dostunun koruduğu şehir, ona biraz iyi geliyor gibiydi.
Kendi şehrinden gideli bir yılı geçmemişti.
Bir işi için kendi şehrine gelmek zorunda kalmıştı. Hafta sonunu orada geçirecekti.
Eski bir arkadaşını aradı. “Geliyorum.” dedi sadece. Arkadaşı da buyur etmişti
onu. Şehrine geldiği anda, duyguları karmakarışık oldu. Sustu. Etrafına baktı.
Şehrinde nefes almayı özlemişti. Ruhu burada kalmıştı. Ruhundan kalan parçalar ara
sokaklardaydı. Ruhunun parçaları onu görünce koşarak ona gelmek yerine sessizce
sitemler ediyordu. Yerden o parçaları topladı. Topladığı parçaları kendine
yamalarla tutturmaya çalışıyordu sanki. Arkadaşı bile tanıyamamıştı onu. Artık
arkadaş değillerdi sanki. Adam, inanmıyordu kendine. Eskiden sadece inanmaya
inanırdı. Şimdi sadece boş boş bakan ruhsuz bir adam olmuştu. Daha önceleri de
ruhsuzdu ama ruhu şehre bağlıydı. Şehrinden kopunca ruhu da kendinden tamamen
kopmuştu. Kadından kaçmak için ruhundan vaz geçmişti. Nasıl bir yoldu bu? Nelerden
feragat ediyordu adam?
Dönüşte uçak yolculuğunda
aklından geçen tek şey şehrine dönmek istediği olmuştu. Şehrine dönmeliydi.
Ruhunu toplamalıydı. Telefonu çaldı. Normalde o saatlerde telefonu kim ararsa
arasın açmazdı. Onu iyi tanıyanlar aramazlardı bu saatte. Telefonu açtı.
“İyi misin?”
Dört hece ve sekiz harften oluşan
bir cümle, nasıl ona bıçak gibi saplanmıştı? Eli ayağı titredi. O sesle kendinden
geçti sesi çıkmadı bir süre.
Kendine geldiğinde “Ne oldu?”
diyebildi. Nasıl olduğunu sormazdı zira insanların. Çünkü birine nasıl olduğunu
sormak, önce kendine sormak gibiydi. Kendine bu soruyu soramazdı.
“Bir şey olmadı. Merak ediyorum.
İyi misin? Neredesin?” Adam ve kadın sanki hiçbir şey olmamış gibi
konuşamazlardı. Her yönleri ile uzaklardı birbirlerine. Öyle ya, aynı gün doğmak
kolaydı. Ya aynı gün ölmek…
Tam da gününü bulmuştu. Kendi
şehrine gideceği günün evvelinde aramıştı. Nereden çıktı şimdi bu mekanik ses?
Kendi şehrine döndü.
Kendi şehri onu kucaklamıştı.
Biraz olsun rahatlayacaktı. Yırtılmış defter parçalarını buldu. Gitmeden önce
koyduğu kutudaydı hepsi. Orada öylece duruyorlardı. Kedi de oradaydı. “Ah beyefendi!
Hoş geldiniz. Oğlum ruhunu niye bırakıyorsun? Daral geldi bana bunları hayatta tutmaktan.”
“Ben de seni özledim.” diyebildi sadece.
Şehrine dönmüştü. Bambaşka biri
gibi döneceğini düşünürken, bir telefon çalması ile altı yıl öncesindeki gibi
döndü. Yeni haberlerle…
Ve…
GİTMEK VE DÖNMEK
Yorumlar
Yorum Gönder