AYNANIN ARDINDAKİ KENDİSİ
Evden
çıktı. Kapı ardından “Defol git!” dercesine kapandı. Ulan ne vardı bu eşyalarda
böyle? Hepsi bizim avanağa düşmandı. Kendisi bile kendine bazen düşman olmuyor
muydu? Paradokslar üretip sonra o paradoksları çözmeye çalışır, bir boka yaramadığını
anlayınca da etrafındaki her bir nesneye küfrederdi. Evden çıkıp tren
istasyonuna gidecekti. Vapurları düşündü bu sırada. Bazı düşünceler biraz biraz
yanından geçiyordu ama aklına pek de uğramaya niyetli değillerdi. Kızıl
goncalar neredeydi? Açılan güller geri mi solmuştu? Her şeyin sonunda yolunda
giden ne varsa, bir tütün dumanında saklanıyordu. Zira bizim avanağın kaleminde
lanet vardı. Yazmaya başladığından beri burnu boktan çıkmıyordu. Yıllar olmuştu.
Hani eski bir ahbabının söylediği sözleri unuttuğu günler vardı bir zamanlar.
Şimdi o ahbabını anımsadı. En çok ölümü severdi o ahbap. Etrafına baktı. Ahbabı
unutmuştu yeniden.
Senaryo
yine boktandı. Mekanlar da pek de havalı değildi. Hayalleri Oğuz Atay, yaşadığı
hayat Kemalettin Tuğcu idi. Acı, elem keder… ne varsa hepsi bu senaryoda idi.
Ait hissetmediği bu boktan boğazlı şehirden kaçıyordu. Yola çıkıyordu ama bu
sefer yoldan çıkmıyordu. Tutunacak dalları vapurdan simit atarcasına bir balıkçı
tarafından suya atılmıştı. Suda hayaller, radyoda Cem Ağabey ve son kez baktığı
gökyüzü… Suskun kentlerde başkaları ile buluşuyordu eski defterinde kalan kara
gözler, orta boylular, Müzeyyen ve diğerleri. Hepsi orada bir yerdeydi. Beyninde
yer işgal etmiyorlardı ama adlarını, dokularını, kokularını hissettiği anda
beynini kaplıyorlardı. İthal kelimelerle doluydu aklının dehlizleri.
Yürürken
düşündüğü tüm her şey trenin istasyona yanaştığında farklılaşmıştı. İnsanları
ve bu şehri var eden nesneleri düşündü. Bu şehirde her şey ve herkes aceleci
idi. O yüzden kaçmak istiyordu belki de buradan. Gereksiz yorgunluk ve
bitkinlik içerisinde bazı yüzler gördü adam. O sırada trenin kapılarının kapandığını
fark etti. Her gün, her saat acelesi olan insanlar treni doldurmuşlardı.
Kimliksiz yüzler de vardı mesela. Uçurtmalar yoktu. Uçurumlar, uçurtmaları
yutmuştu. Gülümsemekten korkan kadınlar ve onları gerek isteyerek gerek
istemeden korkutan kendini janti zanneden çakma abileri mahallelerin…
Kulağında
adını unuttuğu şarkılar vardı. Yan yana birbirini tanımadan mecburi fiziksel
yakınlık kuran insanlar ve pislik kokulu vagonlar… Hepsini düşünebilecek kadar
zeki, hiçbirini düşünemeyecek kadar yorgundu. Güneş gözlüğü üzerinden insanlara
baktı. Kendini bilge zanneden dayıya kilitlendi gözleri. “İki artı bir kombili
evde oturan adamdan bilge insan mı olur oğlum? Tırlattın sen!” dedi iç sesi. İç
sesi bile dayanamayıp küslüğü bozmak pahasına ses ediyordu bizimkine. İç sesi
bugüne dek neredeyse beş yıldır hiç seda etmemişti.
Aklının
sulanmayan kısımlarında kalan bilgiler ile yetiniyor gibiydi. Bu, onu daha da
öldürüyordu. Kendi kendine konuşurken laf lafı açıyor, başkalarıyla sadece
önemsiz konuları konuşuyordu. Sonuçta onu kendinden daha iyi kim anlardı ki?
Bir zamanlar aynanın ardındaki kendisi kadar kendisine yakın olanlar vardı. Kendisi
değildi ama bir tezahürden, yansıdan daha da öteydi. O ayna puslu değildi.
Neredeydi o şimdi? Bunu ancak kendisi ya da kendisiyle konuşan kendisi bilebilirdi.
Kendi kendine konuşurken, “Aynanın ardındaki ben, nerede?” diye sordu. Kendisi,
kendisine cevap verdi. “Yok. Var mıydı?” Bu sefer kendi kendine bile muhabbet
sarmıyordu. Zira kendisine tokat olacak bu gerçeklerle dolu kuyudan su
çekiyordu. Kendine bile bunu yapıyordu. Ardı arkası kesilmeyen bazı sorular
sordu iç sesine. “Neden? Nasıl? Ne ile? Kime? Kimden? Ne belli?” İç sesi soluk
alıp vermeye, öfkelenmeye başladı. Bir bedenin içinde kaç kimlik, kaç benlik taşıyordu
bu herif? En güvendiği yer evi gibi olan aklıydı. Aklı artık ev olmaktan ziyade
“Dünya Avanaklar Derneği Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi” yazılı bir tabela
taşıyan bina gibiydi. İç sesinden öfke dolu bir cümle geldi. “Oğlum sen avanak
mısın?”
Geleceği
durağa yaklaştığında ayağa kalktı. Kalkarken başını vurdu. El tutmaya yarayan
biçimsiz askılıklara da küfretti. Trenden indi. Bir sigara yaktı. Aralarda iç
sesi ve beyni duruyordu. Ortama ayak uyduramadığını belli edecek cümleler çıkıyordu
dudaklarının arasından. Düşündü. Hayatının dizisini çekecekti. İzleyenlerin üç
beş dakika sonra “Bu ne lan böyle?” diyip kapatacağı, reklamların bile diziden
fazla izleneceği bir dizi olacağından şüphesi yoktu. Adı da hazırdı dizinin. “Sikko
Felsefe” koyacaktı adını. Tüm sikko felsefeleri tartışacaklardı. Ama sonuçta hep
kendisi haklı çıkacaktı. Haklılık cümlesi de hazırdı: “Hayatımda daha sikko bir
felsefe duymadım” Felsefe, filozoflar, kilitli kapılar, kapalı kapıların
ardında işlenen saçma sapan matematik işlemleri, sırların bir boka yaramadığı
sır odaları, sırf işsizlik oranı azalsın diye kendilerine tahsis edilmiş
masalarında insanlığın boktan davranışlarını inceleyen akil adamlar… Hepsinin
canı cehenneme olacaktı bu dizide. Tabii kimse izlemediği için ilk reklam
arasında yayından kaldırılacaktı. Ulan ne sikko şeyler geçiyordu aklından böyle?
Hani yüzemeyen bir akıl balığı vardı. O nerelerdeydi? Canı sıkılıyordu en son.
Nerede ulan bu balık?!
Yürümeye
devam ederken saçma insanları ve güvenilirlik kavramlarını düşünüyordu. Bir
kahvehaneye girdi. “Dayı! Bana bi’ soğuk suya kahve çek!” diyen İlhami Abi’yi
taklit etmeye karar verdi. “Dayı! Soğuk suya kahve yapıyor musun sen?” dedi.
Dayı, elindeki bardağı ocağa bıraktı. Kahvesini getirdi bizimkinin önüne
atarcasına koydu. İlhami Abi yapınca karizmatik oluyordu. Bizimki yapınca dayak
yiyecek gibi olmuştu.
Aradan
geçen üç beş dakikada bir sigara içti. Eski dostuna selam verdi. İç sesi “Kuleden
dost mu olur aslan parçası?” diyerek aşağıladı bizimkini. O sırada başını önündeki
defterden kaldırdı. Bir karaltı gördü. Oradaydı. İlk günkü gibiydi. Onun
ardından gelen Paytak Bey, “Seni arıyorduk. Buradaymışsın. Telefon da ettik,
çalmadı bile. Neredesin oğlum sen?” dedi. Paytak Bey’i umursamadı. Kilitlenip
kaldığı kara gözlerin büyüsünün tesir etmemesi gerekiyordu bedenine. Kaskatı
kesilip ayağa bile kalkamayacak hale gelmemeliydi. Kendine tokat attı ve ayağa
kalktı. O’ydu. O gelmişti. Kadın gelmişti. Gelişinde sadece dostluk vardı.
Bizimki de dosttan başka bir şey olamazdı zaten. Karşılıklı birkaç saniye
baktılar birbirlerine. Sustular. Konuşmalarına gerek yoktu. O gelmişti. Hoş mu
gelmişti? Nasıl gelmişti? Taksi sesi falan da duymamıştı. Nasıl gelmişse
gelmişti. Sonuçta gelmişti. İç sesi “Geldi de bize mi geldi oğlum? Ben
evraklarımı imzalar ayın on beşinde maaşımı alırım. Bana ne? Kendin uğraş.” diyordu.
Haklıydı. Köprünün altından geçen sular da sadece dostlukla akıyordu.
Kadın,
tek başına gittiği yerden bir bavul huzur ve bir başkasının kollarında olmak
suretiyle gelmişti. Aynanın ardındaki kendisi gelmişti.
Ve…
AYNANIN ARDINDAKİ KENDİSİ
Yorumlar
Yorum Gönder