İTHAL HAYAL ALEMİ
Adam, yaşadığı dünyanın gerçek mi
yoksa girdiği hayal aleminin bir yansıması mı artık anlayabilecek durumda
değildi. Akılların alamadığı birçok şeyi algılar, etrafından geçen insanların
üzerindeki bakışlarını çözebilir ve duygularını anlayamasa da insanları tamamen
mantıkla çözebileceğini düşünürdü. Bu düşünme tarzının etrafı ve kendisi üzerindeki etkisi de yavaş yavaş geçiyor muydu yoksa? Aklındaki sorular, sorulması çok kolay olurdu fakat cevaplarda fazlasıyla tutuktu. Yine aklındaki
dehlizlerden korunmaya çalışıyordu. Bu yaşadığı her ne ise artık ona tat
vermiyordu. Yaşadığı gerçek ise, gerçeklikten uzak yaşamak istemesi gayet tabii
idi. Amma velakin yaşadığı eğer bir kurmaca ise, senaryonun içerisindeki
boşlukların giderilmesi gerekiyordu. Başlıca örneği ise, kendi hayatında başrol
oynaması gerekirken, gündelik konuşmaların bile yapılmadığı kendisine replik
bile tanınmayan figüran olmaktan uzak olmalıydı. Zaman, mekân ve olay
örgülerinin sadece ve sadece kendisini kurmaca bir karakter olarak
hissettirmeye çalışmasından da yoruldu. Bu yaşadığı gerçek miydi? Yoksa yine
kurmaca senaryolara laf mı edecekti? Bunları düşünürken kahve makinesinin, hiç
de çekici olmayan kadın sesiyle “Hazırım hayatım! Hadi hiç sevmediğin, gündelik
sohbeti seven arkadaşlarımla buluşmaya gidelim!” dercesine öten sesiyle kendine
geldi. Evet, bu yaşadığı gerçekti. Çünkü hiçbir kurguda böyle iğrenç bir ses
çıkaramazdı makineler. Makinelerin insanları yönetmeye başladığı bu çağda,
kahvesini bile şu elektrikli saçma sesten sonra içebiliyordu. Her zamanki beyaz
kupasını aldı. Kahveyi birden kupayla buluşturdu. Yine az mı koymuştu bu
kahveyi? Artık onu bile ayırt edemiyordu. Bu ayarı bile yapamazken kendi
hayatına nasıl çekidüzen verecekti ki… Hiçbir şey onu mutlu etmiyordu. Gerçek
miydi bu? Yoksa yine boktan hayallere mi dalıyordu?
Mutfaktan çıktığında hâlâ bu
gerçeklik – senaryo ikilisinin ön plana çıkan yönlerini ve ön plana hiç
çıkmayan yönlerini düşünüyordu. Ah bir de bulabilseydi… Bulamamak… Çalışmak,
yorulmak ve bu yorgunluğu üzerinden atmak için sürekli kahveler içmek… Buna ilk
isyan eden, tabii olarak midesi oldu. Midesinin “Abi yeter artık! Sıçtın
ağzıma!” çağrılarına kulak asmadan kalbinin yorgunluğuna yorgunluk katarak
günün bilmem kaçıncı kahvesini daha götürüyordu. “Götürmek…” Bu tabiri de ona
mahallenin sözde bıçkın delikanlıları, öğretmişti. “Çakma Aynalı Tahir” ismini
takardı onlara. Şimdi de bunları düşünüyordu. Hangi hayalin hangi kurgunun
hangi senaryonun gerçek olabileceğini düşünürken odasına doğru yöneldi.
Kapıyı açtığında hayallere
daldığının farkında değildi. Bu gibi durumlarda, zaten farkına varıp da kendine
geldiğinde iş işten geçmiş olurdu. İş işten bu kez geçmişti ama bu geçkinlik,
çakma Müzeyyen öyküleri yazmaya benzemiyordu. Biraz da kendini yazmalıydı. Kalemin
ilk darbesini kağıda vurdu. Mavi mürekkebin kağıtla buluşmasına tutuldu. Ne de
boktan bir yazısı vardı. “Hiç mi okuma yazma öğretmediler ulan sana avanak?!”
diye seslendi birisi. Birisi ve birisi daha… Aklındaki parlamento üyeleri bu
kez imlaya değil de direkt olarak mürekkebin bıraktığı izlere takılmıştı. Bir
kelime dahi yazmamıştı oysaki… Sadece tarihi yazmıştı. Tarihi yanlış yazdığını
duvarında duran o kırmızı LED ışıklardan anladı. O kırmızılıklar hayattan üç
gün geride yaşadığını hatırlatmıştı adama. Artık kendine bile tahammülü yoktu. Yazmak
için kalemi eline aldı. Masanın yanındaki “Olamamışlar Yığını”na baktı. Onlar
orada oldukça daha da yazmak, yazdıklarından tiksinmek ve hayatı gördüğünü
zannettiği bu saçma düzenin içerisinde kendine yer edinmek istiyordu. Hayal
alemini yazmaya başladı. Hemen bir tiyatro salonu düşündü. Bu tiyatro salonunda
bordo renkli çuha bir perde vardı. Perde açıldığında, hayat sahnesinin en
acıklı oratoryosu adam için çanlarını çalarcasına oynamaya başlamıştı. Adam,
yine figüran olmuştu kendi hayat sahnesinin ona ayrılan bölümünde. Bugünkü
izleyiciler çizgi roman karakterleri veya efsanevi romanların güzel kadınları
değildi. Rögar kapaklarının altında yaşayan örümceklerin, düğünlerinden sonra
uğrak yeri haline gelmiş üroloğu sayın bok ahtapotu beyefendi, kendisine
ayrılmış olan koltuğu beğenmiyordu. Dört kolu fitne ve fesatlığa, geri kalan
dört kolu ise kıskançlık ve kendini gereksiz yere beğenmesine ayrılmıştı ve
örümceklerden ördüğü o şaheser ağların ahenginden daha çetrefilli yosma bağları
barındırabiliyordu bünyesinde.
Adam tekrar masasına baktı. Bu da
olamamışlar yığınının bir parçası haline mi gelecekti yoksa? Bunu çokça
düşündü. Yazmaktan ziyade yazamamaya odaklanmıştı. Yazamamanın nasıl bir şey
olduğunu yazmaya başladı ve bu kez kendini bambaşka bir dünyada buluverdi.
Başrolde ilk defa kendisi oynayacaktı.
***
Karanın görünmediği bir maviliğin
ortasındaydı ve gemi bir o yana bir bu yana savruluyordu. Ama bir hakikat vardı
ki denizden korkardı adam. Yüzme de bilmezdi. Yüzmekten korkan bir geminin,
köfte yemekten gut hastası düşmüş kaptanıydı. Bu gemi ise kendini sahillere
vurmak isteyen bir mavi balina gibi savruluyordu. Acaba kaç deniz ve kaç
okyanus daha geçmesi gerekiyordu bir limana demir atabilmek için? Bu sorunun
cevabını bilmek istiyor muydu ondan da habersizdi. Bir limandaydı ve liman
artık adama dar geliyordu. Bu limanda sadece balıkçılar vardı. Bir kişi bile
“Ulan bu insanlar belki de balık yemeyi sevmiyor!” diyememişti. Bu yüzdendir ki
ısrarla kilo veriyor, içine giremediği pantolonlar artık götünden düşüyordu. Bu
durum onu bir yandan mutlu etse de bir yandan da endişelendiriyordu. Zira bu
liman kentinde adamın normallerinde bir yiyecek yemiyordu kimse. Defterine
baktı. Tarihi yanlış yazılmış bir sayfaya adını yazmakla başladı. Bazı notlar
alan adam, geminin bugün bu limandan ayrılacağına şükretmeye başladı. Bu liman
kentinden kurtuluyordu.
Limandan ayrılan gemide umutları
vardı adamın. “Umut taşıyan gemi mi olur lan?” dedi kendi kendine. Limana doğru
son kez baktı. Artık arkasını dönmeden sadece rotasına odaklanacaktı. Gemi
ayrıldığında, yükünün sadece umutları olmadığının farkındaydı. Kuru yük
gemisiydi ama gemi kaptanı olmaktan sıkılmış adam, kendisine el sallayan o
japon balığını görmüyordu. Güverteye doğru baktı biraz tiksinme ile. Zira her
yerde saçları sakallarına karışmış çirkin adamlar vardı. Limanda en azından
insanların arasına karışabiliyordu. Ancak bir gerçek daha vardı. Gemide
hostesler olmazdı. Sadece erkeklerden oluşmuş bu hegemonya içerisinde
kadınların yeri sadece ve sadece evlerinde o çirkin adamların yolunu
gözlemekti. Maalesef ki gemiye binen kadınlar uğursuzluk demekti. Bu
uğursuzluğun sebepleri nerelerden ve nasıl geliyordu, onu düşünmeye başlamıştı.
Uçsuz bucaksız o mavilikte düşünmek ve uyumak dışında herhangi bir şey
yapamıyordu. Belki de gemi güvertesinde dillerinden düşmeyen o kadınları
anlatan gemici şarkıları, suda eriyen mukavvanın dönüştüğü garip çamur gibi bir
hissiyat bırakıyordu denizin üzerinde. Gemi ilerledikçe ardında bıraktığı liman
kentinin ne kadar boktan olursa olsun bu gemideki insanlık saçmalığından daha
güzel olacağının farkındaydı. Şehirleşmiş ve bu şehirleşmenin oy pusulalarından
ibaret olmadığının farkında olan şehir insanları ile bir anda sohbet edebilir
miydi? Her şeyin farkında olan gemi kaptanı edasından kurtulup, sözüm ona
“Halka inmek” tabirini yaşayabilir miydi?
Bilinen gemi kaptanlarının aksine,
adamın her limanda bir sevgilisi yoktu ama her liman şehrinde bir kahvecisi
vardı. Hangi şehre giderse gitsin kendine bir kahveci bulur, bir kahve sipariş
ederdi. Dışı mukavva, içi jelatin bardakta kahve içmekten imtina eder, her
zaman “Porselen kupanız yok mu yahu?!” diyerek feveran ederdi. Bu kahveyi
içmekle kendilerini popüler ve biraz da elit hisseden kimseleri düşünürdü. Onlarla
alay etmeyi de severdi. Adam, kendisi ile de alay ederdi. Hatta her şeyle,
herkesle ve her durumla alay edebiliyordu kendi içinde. Babasının ölümüyle de
dalga geçerdi.
***
Masanın üzerindeki kahve bitmişti. Yazdığı
yazıya baktığında, Paytak Bey’i özlediğini fark etti. Keşke Paytak Bey burada olsaydı.
Adamı karşısına alır, az biraz domates ve hıyar ile yediği dürümler gibi yerdi,
adamın boktan düşüncelerini. Akşam yemeğini de bedavaya getirmiş olurdu. Ah ne
güzeldi Paytak Bey’in yanında olduğu zamanlar… Tüm bunları düşünürken yazdığı
yazıya tekrar baktı. Kağıttan bir yırtılma sesi geldi. Hayali kaptan, hayali
gemisinden indi. Evinin orta yerinde eğreti otu gibi duran o koltukta elinde
kahve fincanı ve ağzında piposuyla, üzerinde robdöşambrıyla ayaklarını uzatmış
oturan adamın karşısında esas duruşa geçmiş alaycı bir ifadeyle bizimkini
izliyordu. Yazdığı karakter ile göz göze geldi. Entelijasiyanın en entel
üyesiydi bu kaptan. Nereden geliyordu bu hayal aleminde dolaşan kaptanları
görmeler falan… Adam, iyiden iyiye delirmişti. Bu delilik ona neredeyse her gün,
kılıcı kınından çıkarırcasına öfke nöbetleri geçirtiyordu. Sessiz sedasız
kimseye bir şey demeden, hiçbir şey hissettirmeden bu öfkeyi kendi içinde
yaşıyordu. Çoğu zaman kendini alamıyordu öfkeli durumundan. Kaptana seslendi.
“Ey denizlerden korkan saçma hayallerimin en boktan kaptanı! Bana ne yaptılar?
Neden bu sessiz öfke sürekli içimde bir yerleri kemiriyor? Sen değil misin,
gemilerden nefret eden? Limana çıktığında deniz görmeyen motellerin denizle
alakası bile olmayan odalarında kalan? Sen değil misin bana hem beni unutturan
hem de bu öfkenin asıl kaynağından yaratılan? Sen değil misin, ‘Tanrım! Bu
denizlerden beni kurtar!’ diye haykıran?” Bu tiradı attığında adam ve kaptanın
gözlerinden birer yaş inmişti. İkisi de ağlayamazdı aslında. Hiç ağlamışlar
mıydı? Belki de hiç böyle bir şey yaşanmıyordu. Paytak Bey bile yoktu aslında.
Kaptan gerçek değildi. Adam, bunu algılayamıyordu. Algıladığı tek şey,
yanağından çenesine doğru süzülürken gittikçe küçülen o tuzlu su idi. Gözyaşı
dedikleri bu olsa gerekti. Kapının çalması ile kaptan, fareden kaçan bir kedi
gibi ortadan kaybolmuştu. Adam, kapıya doğru yöneldi. Kadın gelmişti.
Kadın, adamın yüzüne baktığında,
ellerini adamın yanakları ile buluşturdu. Bir annenin şefkatini, bir sevgilinin
şehvetini ve bir öğretmenin didaktik bir tokadını tek hareketinde barındıran o
el, adamın sakalları arasında dans ediyordu. Adam, ne olduğunu anlamaz bir
tavırla kadına baktı. Yine suskun bir haldeydi. “Hoş geldin.” bile dememişti. Evet,
pek konuşmazdı ama bu denli bir suskunluk, kadını son birkaç aydır yoruyordu. Salona
geçtiklerinde ortalığın dağınıklığını toplarken, söylenmeye başlamıştı kadın. Sitemkâr
ifadelerle konuşmaya başlamıştı. Adamın bu suskun ama beyefendiliğinden de ödün
vermiyormuş gibi rol yapan halinden şikayetçiydi. Tanıştıkları ilk zamanlarda
beyaz atlı bir prens edasıyla şatosundan çıkan adamdı. Ne olmuştu da bu
metamorfoz başlamıştı? O beyaz atlı prens, ne olmuştu da ruhsuz bir adama
dönüşmüştü?
Kadın tüm bu düşünceler
içerisindeyken, adam koltukta oturuyordu. Sanki sadece bedeni oradaydı. Son
zamanlarda sık sık bu oluyordu. Ya duvarları izler ya da elleri belinde
birleşmiş olduğu halde evin içinde volta atardı. Adam, bunları yaparken kendi
içinde bu saçma dünyanın umutsuzluğunu düşünürdü. Kendi gibi değildi hiç. Sanki
bir yıldırım gibi düşmüştü kadın, adamın paratoneri kırık gönül gökdelenindeki
saçma pencereye. Bir yandan bu benzetmeler içerisinde kendini oynamayı
özlüyordu. Eskiden kadının yanında tamamen evinde gibi hissederdi. Bugünlerde
kendi olamıyordu. Kendine yazdığı rollerde bile kendini oynayamıyordu. Peki
şimdi neyi oynuyordu? Bakanlıkta çalışan bir memur muydu? Vicdanlı bir
taksiciyi mi? Yoksa köşede simit satan o mağrur delikanlıyı mı? Evinde ekmek
kalmamışken yan komşusu olan dul kadına göz dikmiş sapığı mı? Neyi oynadığını
kendisi bile bilmiyordu. Hayallerinde bile hayaller gören, o hayallerde kendine
rol yazamayan bir senaristi mi oynuyordu yoksa? Oynamaya devam edecekti ama
hava çok soğuktu. Kar yağıyordu. Kar soğuğu kırar mıydı? Yoksa kahvecilerin
yalanı mıydı bu? Ulan yine ne çok soru sormuştu kendi kendine? Kadın, adamın
kendi içinde ettiği kavgaları anlamıştı. Söylenmeyi bıraktı ve bir yandan adama
bir yandan kendine acıyarak odayı terk etti.
Adamın aklındaki sahnede
perdelenmeye mecbur bırakılmış acınası oyun artık sıkmaya başlıyordu
seyircileri. Adam kendi senaryosunda yoktu. Boşluklarla dolu olan senaryoda
kadının yeri, adamın hayata tutunmasına tek sebep halindeydi. Kim bilir, belki
de sadece nefes alıp veren ama yaşamayan bu adam, kendini kadının hayatındaki
bir hata olarak nitelendirdiği için kendi içindeki yaşadığı o acınası sahneye kaçıyor
olabilirdi. Adam, kadından değil de kendinden kaçtığını bu sahnede fark
etmişti. Bir çarkıfelek dönüyor, adama en boktan senaryo çıkıyor ve senaryoya
göre dekorlar değişiyor, ortalık Fadime’nin düğününde halay çeken, elindeki
mendiliyle adeta ortalığı kasıp kavuran o Halay Başı’nın yağlı saçlarına
dönüyordu.
Halay Başı iyi adam sayılmazdı
aslında. Halay çekmek ve tinder’dan gördüğü her kızı beğenerek onlara
aşiretinin incelik dolu birilerini vurma anılarını paylaşmaktan ibaret biriydi.
Kadınlar ile ilgili tek düşüncesi “İpim ile kuşağım!” mottosunda saklıydı. Bu
motto onun hayatındaki tek elzem nokta olabilirdi. Düşündükçe bedenindeki bu
zevk duyma isteğini psişik bir arzuya dönüştürmeye çalıştığı, pala bıyıklarının
altında saklayamadığı pis gülüşünde menkuldü. Halay Başı’nı niye bu kadar
düşünmüştü ki? Ulan bu boktan herifin bile o sahnenin tozunda parmağı vardı.
Parmağını sahne tozuna batırıp böreğinin üstüne pudra şekeri diye serpen herif
bile bizim avanaktan çok daha fazla yer edinmişti sahnede. Bir tek kadın ve
adam yer edinemiyordu. Adam, yer edinmek için çaba sarf ediyor, beceremiyordu.
Yaşamak için tek sebebi olan bu kadının hayatını zindan ediyordu.
Yer edinme gayesinden ziyade adam,
kadının icazkar gülüşünün bendesi olmak arzusunda idi. Bu arzu, onu bazen
çöllerde üşütüyor, havada susuz bırakıyordu. Dağları tek başına delen Özlem
Abla’nın asiliğinde, sırtında çantası ile “Burası İstanbul!” diye seslenen Nil
Abla’nın matarasındaki suyun özgürlüğünde saklıydı.
Kadın, elinde bir ufak seyahat
çantası ile belirmişti. Öylesine bir duruş içerisindeydi ki, adam uzun süredir dudaklarının
arasında olan yanmayan sigarasını düşürdü elinden. Martılar sustu, vapur motorları
durdu, Mahallenin tüm dedikoducu teyzeleri sustu. Güneş ortaya çıktı, dünya
dönmesini yavaşlattı. Trenler durmuş, vapurlar o garip seslerini çıkarmamış,
kargalar tilkiye borcunu ödemiş, akıl balığı bile amuda kalkmıştı. Zaman
durmuştu adeta. Albert Amca’nın tutturduğu “Minareden at beni, in aşağı tut
beni” temelindeki teoremi hayat buluyordu. Zaman herkes için olağan
akışında ilerliyordu ama adam, o anın içinde saklı kalmıştı. Kadın için farklıydı.
Adama baktı. Saçlarını sağa doğru attı elleriyle. Adam, o denli güzel olan
saçların arasında dolaşmayı hak eden kadının ellerini tuttuğu ilk günü hatırladı.
O gün de böyle saçma cümleler ile anlatmıştı kendini. Beyaz atlı prens gibi
görünen ama içinde bir avanak olan adamın, aklındaki tüm kelimeler ithaldi.
Kelimeler ithal olunca, bizim avanak ancak kendine gönderme yapıyor, onu da tam
beceremiyordu.
Kadın birkaç saniye sonra adamın yanaklarını
okşadı. Sakallarının arasını öptü ve odadan elinde çanta olduğu halde çıktı.
Aradan çok geçmeden evin çelik kapısı acı içinde açıldı. Kadın son kez dönüp
baktı eve. Kapı kapandı. Kadın gitti.
İSTANBUL
26 Mart 2022
Yorumlar
Yorum Gönder