KIRMIZI VE BORDO ÇUHA PERDE
Biraz suskun
bir tavırla arabadan indi adam. Yoldan çıkmıştı. Şehrinden sanki çok uzaktaydı
ama kendisini yabancı hissetmiyordu hiç. Şehirden çıkamamıştı. Hani yola
çıkıyordu? Hani yoldan çıkıyordu bunun için… Hiçbirini yapamamıştı. Zaten o
değil miydi her akşam ardına bakarak o yalnızlık sarayının biraz sigara
ve biraz da kahve kokan köhne odasına dönen…
Evin kapısına
geldiğinde bihaberdi hayat sahnesinin kırmızı çuha perdesinin aralanacağından.
Bu sefer izin vermeyecekti kapının kendisiyle konuşmasına. Bakmadı bile kapıya.
Kilit ile anahtar sevişmeye başladığında kapı da konuşmaya başlamıştı işte.
Anahtar bütün benliği ile kilit ile bütünleşip güzel bir gece geçirmenin
derdindeydi. Kilit ise masum aşıktı. Sadece onu kabul ediyor ve onunla bir ömür
geçireceğine inanıyordu. Kapı ise onların aşkına muhabbet tellallığı yapmaktan
hoşnut değildi pek. Biraz sonra aralandı kapı. “Kimsesizsin!” dedi yine adama.
Her gün, her açılışta bu söylenir miydi yahu? Bir yerlerde bir sürü adam vardı
da bizimkinin derdinden anlayan bir tanesi bile çıkmamıştı. Akıl balığı da
konuşmuyordu uzun süredir. Beynindeki parlamento da adamın yaptığı sözüm ona
istibdat ile kapatılmıştı. Oradan da ses gelmiyordu. Hani beyninde her kafadan
bir ses çıkıyordu? Neredeydi o kafalar ve o sesler? Nereye kayboldular?
Şimdilerde sadece kadının sesi yankılanıyordu. O da adamın hiç bilmediği bir
dilde konuşuyordu sanki. Nereye gitti herkes? Neden sustu herkes? Adam
konuşmayı pek sevmezdi ama etrafındakiler konuştuğunda mutlu olurdu. Yoksa sırf
konuştuğu için bugün bu kapıyı yalnız açmıyor muydu? Neden? Nasıl? Nereden?
Nereye? Nerede? Hangi? Hangileri? Ne oluyor? Ne belli? Bu sorular sadece
kendine soramadıkları idi. Yoksa kendine sorduğu tek bir soru vardı. “Kim?”
Bugünlerde kendisiyle konuşamıyordu. Sahnenin ortasında, oyunun en civcivli
yerinde tüm replikler kıçına kaçmıştı adamın ve ne hikmetse sufle verecek kim
varsa hepsi bir bahane uydurup o köhne tiyatro salonuna gelmemişti. “Yine çok
konuştun avanak!” dedi bir tarafı. Diğer tarafı ise “Bırak, konuşmadığında seni
beni darlıyor.” diye ekledi. Kendi kendine bunu yapan, kadına neler yapmıştı da
kadın bir gün alıp çantasını gitmişti. Çantasına neden sadece adamı
sığdıramamıştı? Oysaki o büyük çantaya birlikte ne umutlar ve sevinçler
sığdırmışlardı? Bulutlar vardı çantada, yıldızlar vardı. İşte tam o sırada
kırmızı çuha perde renk değiştirmişti. Bir bu eksikti zaten. Kırmızı nedense
bordoya dönüyordu. Maviler lacivert oluyor. Siyah, beyazla sevişip ortaya piç
bir gri bırakıyordu. Siyah da beyaz da ebeveyn rolünü üstlenemiyordu bir türlü.
Karakalemle çizilmiş bir gökkuşağı belirdi odanın ortasında o sırada. Perde
pervasızca sahnedeki tozu savurarak açıldı.
O gün orada
sanki bir fırtınanın ortasında değildi sanki. Yüreğinde bir fırtına vardı.
Yoldan geçen onca kalabalığın arasında yalnızdı ve suskundu. Etraftan esnafın
sesleri geliyordu. Kimileri tezgahındaki meyveleri bitirme derdindeydi.
Kimileri de kimseye bulaşmadan evine sağ salim gidebilmenin hayaliyle gelenleri
buyur ediyordu içeri. Yol bilmiyormuş gibi birkaç cadde ve sokak sordu
kahvehanedeki pos bıyığının ortası sararmış, bıyıklarından duman çıkan amcaya.
Amca dudaklarını araladı. El sarımı sigarasını aldı eline. O da isim veriyor
muydu sigaralara? Yoksa bizimki delirmiş miydi? Hiç aksini iddia etmemişti.
Neşeli değildi pek. Hiç olmamıştı. Ne zaman neşeli uyansa bir bokluk çıkardı.
“Nasılsın?” sorusuna “Bilmem, hiç düşünmedim.” derdi. Arada bir düşünürdü nasıl
olduğunu. Hiç sevmemişti bu eylemi. Nedensizlik içinde nedensizce iyi olmanın
derdine düşmemişti hiç. Çocukluğundan beri böyleydi. Bir tek atları severdi.
Onların yanında iyi olurdu. O iyi olma hissi başka bir yerde gelmezdi. Pos
bıyıklı amca yaklaştı. Çayı uzattı. Çay ince belli bardakta gelmişti. Yeni
yetmelerin tabiriyle “Ajda Bardağı”nda gelmişti o çay. Ne de yakışıksız bir
tabirdi bu. Ajda’ya mı hakaretti yoksa bardağa mı onu düşündü bir süre.
Düşünmekten sıkıldığını fark etti. Sıkılmaktan sanki içinde birileri ağlıyordu.
Akıl balığı ses etti. “Delirdiğimizi fark edecekler. Al artık şu çayı adamın
elinden.” Akıl balığını dinledi. Bardağı aldı eline. İç cebinden alüminyum
üzerinde saçma sapan işlemelerin bulunduğu bir kutu çıkardı. İçine dostlarını
saklamıştı. Seher yeli gelip o dostları kucağına savurmuştu vakti geldiğinde.
Ayrılık hasreti kâr ediyordu cana, can bedenden çıkmıyordu. Bir gün bir ceviz
ağacı oluyordu. Sonra polisler farkına varıyordu. Cem Ağabey ayrı bir telden
çalıyordu. Ferdi Ağabey hâlâ susamış çeşme başına varmaz olmayı diliyordu. Aralarında
bağ olmayan bu sesleri birleştiriyordu beynindeki fillerin tepişme
seremonisinde. Hangi seremoni böylesine sessiz olabilirdi ki? Bardaktaki çay
artık “Ulan şerbet olduk burada be!” diye seslenene kadar dokunmadı bardağa
tekrar. Alüminyum dost tabutunun kapağı açıldı. Adamın önce ciğerlerini sonra
ellerini yakacak kendini de yakacak delikanlı kendini göstermeliydi. İlhami
Ağabey bu sefer isim de vermemişti onlara. Biri uzun, biri kısa, biri sıska
biri şişman kalmıştı. Adamın sarıp sarmaladığı, içine biraz Adıyaman biraz da
Amerikanya topraklarının eşsiz tütünlerinden koyduğu o ince kağıt bir çırpıda alev
aldı. Ciğerlerine dolacak duman, çay ile birleşip dişlerinde sarımtırak bir
etki bırakma çabası içine girdi. Çay ve duman yol ayrımında selamlaşıp, biri
mide isimli durağa diğeri ise yangın yeri ciğerine gitti. O sırada bizim leş
parçası kaldırdı başını tavana baktı. Pervane kendinden geçmişçesine dönüyor,
radyoda bir bozkırdan tezeneden ses geliyordu. “Neredesin sen?” sorusunu
soruyor, cevap bulamıyordu. Sonra tüm kameralar Sertavul Geçidi’ne dönüyor,
yolun sonu görünüyordu. Adam türkülerdeki tüm notalarla ayrı ayrı dalga geçti
kendi içinde. Yüzüne bir ışık vurdu. Onu görmüştü yıllar sonra.
Ve…
Yorumlar
Yorum Gönder