ESKİ DOSTA ÇAY
Karaköy’e yanaştı vapur. Ağlayan bir adamın nidalarını andıran ve nefret ettiği o martı sesleri yine doluştu kulaklarının ince koridorlarına. Bazı akşamlarda bu sesleri duyduğunda kendisi de nefret dolu olurdu. Seslerden, sessizlikten, havadan, sudan, yanıp sönen trafik ışıklarından, şeker kamışlarından, uçan balonlardan ve tüm bu sosyokültürel etkinlikler bütünlüğü korumak olgusunda kendini sorumlu tutmuş insanlığın etkileşimlerinden nefret ederdi. Bu nefret duygusunu düşünmekle meşgul iken vapurdan indiğini fark etti. Havanın sıcaklığı yürümesine engel değildi. İskeleden kaldırımlara, ardından yollara uzanan bir türkü tutturdu. Sigarasını yaktı. Karşıdan karşıya geçerken etrafındaki insanların neler konuştuklarını duyuyor ama aldırmıyormuş gibi yapıyordu. O uzun boylu yakışıklı Damat Ferit edasını takınmaya çalışıyordu adeta. Otobüslerin ve sigarasını henüz yakmış taksicinin yanından geçti. Yokuşa doğru yöneldi. Yokuş çıkarken soluğunun kesildiğini fark etti. Durdu. Sigara izmaritini eline aldı. Etrafta çöp kovası da görünmüyordu. Karaköy’ün hangi ara sokağındaydı o an bilmiyordu. Etrafına göz gezdirdiğinde, bu şehri tam olarak tanımadığını fark ettiren, üzerlerinde çakma markalarla burjuva özentisi insanların, bitirim olmaya çalışan çocukların, köşedeki simitçinin, baldırı çıplak bir delikanlının, aslında karşısında bir şey olmamasına rağmen, orada bir şeyin var olduğuna inandıracak kadar gözlerini bir noktaya dikmiş kedinin bakışlarını ve sözüm ona kimsesizliği yüzünden okunan berduşların serzenişlerini ayrı ayrı dinledi. Anlam vermeye çalışmamıştı. Sadece dinledi ve yoluna devam etti. Eski dostu görünmüyordu. Ona ulaşmak için şehrin uzak köşelerinden hikayeler toplayıp getirdiği tarifi inanılmaz bir tutumla suskunluğu gördüğü yalnızlığını gizlemeye çalışıyordu sanki eski dostundan ve tanımadığı insanlardan. Fotoğraf makinelerinin deklanşör sesleri, “Beş dakkada şipşak foto abicim!” diye bağıran fotoğraf çekmeyi sadece tuşa basmak zanneden fotoğrafçının cırtlak sesini duyduğunda ve kahve kokularının yoğunlaştığını burnunda hissettiği anda eski dostuna yaklaştığını fark etti.
Ve, oradaydı.
Bütün ihtişamıyla selamladı, eski dost bizim soytarı kılıklıyı. “Söyle eski
dostum, söyle!” Nerede bizim hayranı olmaktan bile çekindiğimiz insanlığın hatırşinas
dostlukları? Nerede köşe başında ‘Buradan geçse de izlesem!’ diye beklediğimiz
kadınlar? Mahallemizin ağır abileri neredeler? Hangi sokakta oynuyor taştan
kaleler yapıp 3 korneri 1 penaltı yapan çocuklar? Hangi kurşun kalemin mürekkebi
olmuş bizim “Mahallenin Yakışıklısı”? Benim sarı dolma kalemim nerede? Hani sen
almıştın onu, yerine de o arkasını kemirdiğin kara kalemi itelemiştin? Nerede benim
kalemlerim ve defterim?” Eski dost oralı olmadı. Sözün kıçını tutayım derken
başını unutmuştu. Kim bilir kaç yüz yıldır orada öylece duruyordu… Noktalama
işaretlerinin yanlış yerlere konulması, imla kurallarının hiçe sayılması,
uçurtmalar ve uçurumlar… Hangi birini önemseyecekti ki? Soru işaretlerinin
sonuna kendini yakıştıramadığı saçma sorular vardı beyninde. Beynindeki parlamento
yine kurulmuş, “Hangi kadının aşkı hangi adamı yüreğini yaksa da biz de kazanı
kaynatsak!” düşüncesi ile yeleklerinin önünü kapatan dedikoducu teyzelerin
ucuna kek sosu bulaşmış kısırın bulgurundan yiyorlardı. Parlamento üyeleri
karınlarını doyuramıyorlardı. Bir türlü doymuyorlardı. O sırada Cem Ağabey bir
eski radyoda sesleniyordu. “Yiyin efendiler!” Adamın beynindeki bu parlamentoda,
palmiyelerin çorak topraklardaki hazımsızlığı vardı üzerlerinde. “Aidiyet
nedir?” ve “Nasıl bir yere ait olunur?” sorularını adamın beyni için sormaya
başlanıyor, her kafadan bir ses çıkıyor ve beynin özerk başkanlık sisteminden
tam bağımsız bir medeniyet kurmaya meyilli bir arazi haline getiriyorlardı.
Akıl balığını parlamento binasına doğru yönlendirdi. Amacı herkesi susturmak ve
eski dostun sessiz nasihatlerini dinlemekti. Nereden bilecekti akıl balığının
amuda kalkmış halinin bitmek bilmeyen bir Mezopotamya öyküsüne dönüşeceğini.
Sonu henüz gelmemiş ve üç noktalarla kapatılmış, susturulmuş cümlelerden
mustarip akıl balığı, makyajını tazeliyordu. Başına örülmüş çorapların
ipliklerini, rüzgarı kendinden menkul o uçurtmaya bağlamıştı adam. Ara sıra takıldığı
tellere doğru baktı. Kadının saç tellerinden güçlü, kadının gidişinden az biraz
ekşi idi. Tadını, kokusunu, dokusunu sevmediği o hastane koridorundaydı yine
adeta. Evet, koridorların da tadı vardı. Bazen o koridorların açıldığı kapıların
eşsiz gösterişsiz binaların mahallelerinde kentsel dönüşüm başlıyordu. Yıkım,
duvarlardan başlayıp yerine akıl oyunlarının oynandığı o soluk salondan
münferit yabani otları kesmekle devam ediyordu.
Okunaksız
yazıların, soru işaretlerinin ve doyumsuz, kokuşmuş akşamüstlerinin sokakları
kestiği güneşle buluşuyordu eski dost. O sırada kahvehaneye girdi adam. Güzel
garsonun yalancı bir “Hoşgeldiniz” gülümsemesine karşılık olarak bir çay
söyledi. Güzel garsonun ellerinden ahşap olduğuna bin şahit istenen hafiften
kararmış o masaya doğru uzandı çay. Fincanı taştan oyulmuş bir cam içerisinde,
taze olduğu kokusundan belirgin çay, akşam güneşinin solaryum etkisinden
faydalanmak isteyen Fatma Girik edasıyla uzanmaya devam etti masada. Adam
dokundu fincana. Tuttu ve dudaklarına doğru çekti. Fincan ile dudakları buluştuğunda
bir aşkın ve ihtirasın umutları yıkışını hissettirircesine ıslattı dudaklarını
çayın demi. Eski dost kıskanırcasına baktı adama.
Ve…
Yorumlar
Yorum Gönder