YOLA ÇIKMAK İÇİN YOLDAN ÇIKMAK GEREKİR.
Boş bir günün yorgunluğu vardı adamın üzerinde. Bulunması gerektiğine inandığı yerlerde olmak istiyordu. “Ama nafile…” Bu cümle ile, kayıplarının ağır olduğuna inanmaya, inandığına inanmaya çalışıyordu. Küfürler savuruyordu kendine, bazen etrafında gördüğü her nesneye. Evden çıktı. Yanına çantasını aldı. Suspus oturmaktan, puslu gölgelerden sıkılmıştı. Gerçi gölgelerin, geçmişin gerçek izleri olduğuna inanmaya da inanıyordu. İnanmaya inanmak… Bu tabiri çok kullanıyordu. Sigara tablasını çıkardı. Tablanın içinden “Zamanın yoramadığı çocuklar var etrafta. Bir sen mi üzgünsün sanki avanak?!” diye seslendi birileri. Bu, oydu. Tütün ile sarmaş dolaş olmuş sigara kağıdının aşkına şahit olan, İlhami Ağabey’in ona verdiği ismiyle Mahallenin En Yakışıklısı…
Mahallenin En Yakışıklısı kendisi gibi adamın ciğerlerini de yakıyordu. Ne vardı ulan bunun içinde?! Adam sessiz sedasız yürümeye başladı yeniden. Etraf maskeli insanlarla doluydu. Korktu. Yaşamak istemiyordu ama ölüp gittiğinde arkasından ağlayacak birkaç insan olmasından korkuyordu. Bir yandan da hiç yaşamamış olacağı o günü hayal etmeye çalışıyordu. Onu hatırlayan son insan da öldüğünde yahut kendisini hatırlayan son insan, artık onu hatırlamadığında hiç yaşamamış olmayacak mıydı?
Yazdıklarını kendisi bile okumuyordu artık. Kendisi bile okumayı sürekli erteliyor, farklı uğraşlar uyduruyordu adeta. Böylesine bir umursamazlığı kendi kendine yapan birisi, okumak gibi yüce bir nezaketi başkalarından beklerse amaçsız bir paradoks içinde kalmaz mıydı? İmam osurursa cemaat sıçmaz mıydı zaten? Bu sefer imam direkt sıçmıştı. Cemaatin neler yaptığı da ortadaydı.
Aklından saçma sorular geçmeye başladı. Nedensizce böylesine bir yürüyüş içerisinde olmak ona saçma fakat çekici geliyordu. Kaçıyor muydu kendinden? Bir çukura düşmüştü yüksekliği sırtına yaslanıp nasihatler dinlediği, amaçsızca kendini yanında bulduğu çınarın yaşından fazla olan falezden. Aklından isimler geçmeye başladı. Üzdüğü, kırdığı insanları gördü aklındaki tiyatro sahnesinde. Bordo çuha perde açılıyor, kendini sahnede görüyordu. Bir işe yaramayan, kendisiyle kavga eden bir adam vardı. Tasvir edilen mekanlar, kostümler çok güzel ve çekiciydi ancak senaryoda boşluklar vardı. Aklında bir ayva çiçek açıyordu, her nedense kış başlıyordu bir anda. Yazın sıcaklığını kendinden esirgeyen bir adamdı. Aklındaki tiyatro bitti. Bordo çuha perdeyi kapatan iki palyaço balığı yere düştü. Kapanamadı perde. Anılarında yaşayan herkes “Yahu neler oluyor?!” demeye başladı. Onlara da seyirci rolünü oynamak düşmüştü.
Karşısına yine o çok bilmiş kedi çıktı. Kedi sorular sormaya ve cevapları ısrarlı bir biçimde beklemeye başladı. “Hey sen, kaç kişi için ağladın şimdiye dek?” dedi. Adam, başını kaldırdı havaya. Baktı uzun uzun gökteki dostlarına. Güya bizim ruhsuzun dostlarıydı yıldızlar… Yıldızların da haberi var gibi birkaç tanesi göz kırptı. Adam düşündü. Aklına hiçlikten başka bir şey gelmiyordu. “Hiç.” diyebildi sadece. Kedi tekrar sordu. “Kaç kişi senin ardından ağlamıştır?” Tekrar düşündü. Yine baktı gökyüzüne, dostlarına. Yine bomboş, karanlık bir ekran belirdi gözlerinin önünde. “Hiç.” dedi yine. Sustu, başını öne eğdi. Adam, kediden hayat dersi alacağından bihaber etrafına bakınıyordu bir avanak gibi. O sırada elinde bir acı hissetti. Mahallenin En Yakışıklısı elini yakmaya başlamıştı. Etrafındaki herkesi ve her şeyi tükettiğinde ya elinde ya da yüreğinde böyle bir yanma hissederdi. Ama çabucak geçerdi bu yanma hissi. Acılar böyle çabuk geçerken neden Ruhsuz sıfatıyla yaşamak zorundaydı? Adam, kediden alacağı dersin vakti geldiğinden de habersizdi. Baktı kediye. Patileri ile bir şeyleri karıştırıyordu. Çöplüktü orası. Böylesine bilge duruşlu bir kedinin neden oraya baktığını anlayamadı. Kendisi de eğildi. Baktığında çöplüğe, karşısına cildini tutan ipliklerin çürümüş halde olduğunu gördüğü kitabı karıştırıyordu kedi. O ana kadar kediye adının ne olduğunu sormak gereksiniminde bulunmamıştı. “Adın ne birader?” diye sordu kedi. Adını hatırlamıyordu. Yıllardır hiçbir insan adını sormamış yahut kendisine seslenmemişti. Herkes ya “Birader!” diye seslenirdi ya da görmemiş gibi yapar yoluna devam ederdi. “Adımı uzun zamandır kimse söylemedi. Ben de sanırım bu yüzdendir ki unuttum.” dedi. “Tamam, sana ben ‘Uzun’ derim, olur biter.” dedi kedi memnuniyetsiz bir tavırla. “Al şunu da dinle söyleyeceklerimi!” diyerek kitabı uzattı. Kitabın adı okunmuyordu. Adam, kitabı aldı eline. “Oku bakalım ilk cümleyi.” dedi kedi. Sonuna kadar okumayacağını biliyordu adam.
“Yola çıkmak için yoldan çıkmak gerekir.”
Kitabın ilk cümlesini bir yerlerde gördüğüne, kedinin konuştuğu kadar emindi. Sahi, bu kedi nasıl oluyor da konuşabiliyordu? Kediye doğru uzun uzun baktı adam. “Adın nedir senin?” diye sordu. Kedi de “Bok mu var adımı soruyorsun?” diye çıkıştı. “Ben sana öylesine sordum. Zaten sana her halükârda ‘Uzun’ diyecektim.” diyerek tespihini sallamaya başladı. Bir de tespihi mi vardı bunun? Adam elinin tersini başına koydu. Kendinde olup olmadığını kontrol ediyordu. Ateşi yoktu. Yani kendindeydi. Bir kadeh bile içmeyen bu adam ne oluyordu da kediyle konuşacak kadar aklını kaybetmiş birine dönüşüyordu? Sorular başlamıştı yine aklındaki parlamentoda. Adamın aklında kendine benzeyen birçok parlamento üyesi vardı. Yani kısacası aklında parlamenter bir sistem hakimdi fakat yine son sözü kendisi söylüyordu.
Gök gürültüsü ile kendine geldi adeta. Kedi yoktu ortada. Elinde adı okunmayan o kitap vardı. Eve doğru yürümeye başladı. Ayaklarında garip bir ağrı hissetti. Yazım kılavuzunda kendi adını ararcasına evin yolunu arıyordu. Emin olduğu bir şeyden bu denli uzak kalabiliyordu insan. Kendini tanıyamıyordu. Anahtar döndüğünde kapı yine acıklı yalnızlık şarkısını söylemeye başladı. Yalnızlık kalesinde köhne odasına doğru ilerledi. Kitabı masasına bıraktı. Tekli koltuğunun yanındaki ayaklı lambayı yaktı. Mutfağa doğru yavaş adımlarla gitti. Tezgâhın üzeri, otoparktaki tozlu bir arabanın arka camına yazılmış “Beni Yıka!” yazısını yaşıyordu adeta. Buzdolabının üzerindeki eski radyoyu açtı. Hayattaki şansının yaver gittiği tek konu radyo istasyonunun çaldığı türkülerdi. Mihriban çalıyordu. Adam bulaşıkların serzenişine kayıtsız kalamamıştı. Mahalle hamamındaki tellak misali işkence ederek yıkıyordu tabakları. Tezgahı sildiği sarı bezi geleneklere uygun olarak lavabonun önüne katlayıp serdi.
Odaya döndüğünde elinde sade bir Türk Kahvesi vardı. Kahveyi güzel yapardı vesselam. Höpürdeterek bir yudum aldı kahveden. Masayı çekti tekli koltuğun önüne. Ayaklı lambayı ayarladı. Bir kağıt çıkardı çekmeceden. Birkaç satır bir şeyler yazabilirdi belki de. On beş dakikanın ardından kendine geldiğinde, ilk cümle haricinde okunmaya değer hiçbir cümle yazamadığını fark etti. Kurşun kaleminin mürekkebi bitmişti yine. Hikayeler toplayamaz olmuştu. “Yatıp zıbarma vakti gelmiş!” diye sitem etti kendine.
Ertesi gün erkenden kalktı adam. Soğuk bir duş aldı. Giyinirken çantasına koyacağı eşyaları da düşündü. Yıllık iznini kullanmış olması işine gelmişti. Yoksa bir de iş yerindeki saçma bakışlara tahammül edecek derman yoktu zihninde. Aklı ve kalbi yorgun düşmüştü. Her an bir kriz gelebilirdi. Kaçmalıydı aşığı olduğu şehirden. Eşyalarını toparladı ve evden çıktı. Arabanın kapısını açıp çadırı ve çantasını yerleştirdi. Arabayı çalıştırdı. Motorun, babasının horlamasına benzeyen sesiyle uyandığını hissetti. Gazi Mahallesi henüz uyanmamıştı. Her zamanki yerindeydi Paytak Bey. Yanına yaklaştı. Paytak Bey’in kahvaltısını uzattı. Paytak Bey “Eyvallah koçero!” dedi. Her iki yanı ağaçlarla süslenmiş sokaktan arabasıyla çıktı. Şehirden uzaklaşmak için ilk adımı atıyordu. Güneş henüz doğuyordu üzerine. Yoldan çıkıyordu. Öyle ya, Yola çıkmak için yoldan çıkmak gerekiyordu.
çok hoş okurken sanki kendimi buldum..
YanıtlaSilAdamın hayatında olağan yaptığı şeyler başkalarının hayatında ve geçmişinde çok kötü izler bırakabilir
YanıtlaSil